Sirayet

Hepimizin ilk öğrendiği dil hangisidir diye sorsak yanıtınız ne olurdu?  Henüz ilk dünyaya geliş anımızda, yaş alırken, birini severken, birine kızarken ve daha nice eylemimizde farklı varyasyonlarıyla gerçekleştirdiğimiz dokunma duyumuz desek yanılmış olur muyuz? Annenin seni ilk kucağa aldığı, senin onun parmağını ilk sıktığın anda artık ben de varım diyebildiğimiz bir iletişim aracı. Margaret Atwood “Dokunma konuşmadan önce gelir.” diyerek bu durumu net bir şekilde ifade ediyordu aslında. Belki de dokunmayı diğer duyularımızdan ayıran en büyük vaziyet ise bunu karşılıksız gerçekleştiremeyecek oluşumuzdur. Biri bize bakmadığı halde biz ona bakabilirken, ortada dokunma var ise karşılığında dokunulma gerçekleşiyor demektir.

Biri ile ilk tanıştığımızda, bir iş anlaşmasında karşılıklı güvenimizi temsil eden basitçe bir tokalaşmaktır. Aslında birbirimizin elini uzun uzun sıkarken, karşılıklı anlaşıp anlaşamayacağımıza dair sinyaller veririz. Hatta Antik Yunan döneminde iki insanın karşılıklı silah taşımadığını göstermenin bir usulü olarak görülmüştür bu durum. İnsanlar arasındaki bağları, samimiyeti göstermesinin yanı sıra kimimiz ise öğrenmeyi bile en iyi bu şekilde gerçekleştirir. Varlığa dokunarak vakıf olur. Onun için görmek dokunmaktır.

İşte hayatımızda böyle bir yer edinmişken, pandemi dönemi boyunca, dokunmadan hayat bize nasıl görünürdü senaryosunu en derin şekilde yaşamak durumunda kaldık. Virüs yalnız koku ve tat kaybını değil beraberinde hepimizden dokunma hissini de uzaklaştırdı.  Sağlığımız için mesafeleri korumamız gerekirken yeni normal deyip birbirimize sarılmaktan endişe duyar hale geldik. Halbuki bu süreç içerisinde belki de en ihtiyacımız olan şeydi birinin öylesine sırtımızı sıvazlaması. Bundandır ki bunu kabullenemeyip alternatif olarak yumruk ya da dirsek tokuşturma gibi fiziksel bağlantılar kurmaya çalışıp durduk.

Bu ihtiyacın yüzeysel bir ihtiyaç olmadığını yapılan araştırmalar sonucunda da görmekteyiz. Yetimhanedeki çocuklar üzerinde yapılan araştırmalarda henüz hayatının ilk yıllarında temasın kısıtlı olduğu çocuklarda zihinsel ve fiziksel gelişimin de kısıtlı olduğu gözlemlenmiştir. Çünkü birine dokunmak kalp atış hızımızı ve kandaki kortizon düzeyini dengelerken, oksitosin salgılatıp kendimizi iyi hissetmemizi de sağlıyor. Oksitosin sayesinde iletişim kurma becerilerimizi güçlendirip yine kendi içimizdeki dengeyi de sağlamamıza yardımcı oluyor.  Yani kısaca ruh sağlığımız ile oldukça bağlantılı olduğunu söyleyebiliriz.

 Tüm bunlara rağmen bu süreçte hepimizin iyiliği için temasın asgari düzeyde olmasına özen göstermek durumundayız ve bu vaziyet uzun da bir süre devam edecek gibi görünüyor. Fakat eğer bu durum alışkanlıklarımızı tamamen değiştireceğimiz anların habercisi ise işte o zaman gerçeklikten kopuşun birinci dereceden tanıkları olacağız demektir.

Salgını atlattığımız ve yeni normal de olsa sarılabileceğimiz günlerin çok uzaklarda olmaması dileğiyle…

Yazar Hakkında
Toplam 10 yazı
Göksu Samar
Göksu Samar
Yorumlar (1 Yorum)
Avatar
sedat Yanıtla
- 13:05

Çok isabetli ve değerli tespitler yapmışsınız. Bazı kültürlerde daha az önem atfedilmiş olsa da “dokunma” iletişimin en ilkel ve en kadim biçimi olmalı. sarılmak, öpmek, okşamak sevginin evrensel ifade biçimleri değil mi ? uzaktan verilen bir baş selamı yerine -en azından çoğu kültürde- sıcak bir tokalaşma veya sarılma daha güven verici olmuyor mu ? Mevcut salgın ortamı bu tür temastan bizi epey uzun bir süre mahrum edecek gibi, bu duruma alışmak da şahsi ve toplumsal sorumluluğumuz. Sanıyorum ki bu süreç uzadıkça, iletişim ve temas konusunda alışkanlıklarımız kalıcı olarak da değişime uğrayacaktır. İnsan ilişkilerinin tam anlamıyla süregelen biçimine döneceğine pek ihtimal vermiyorum. umarım sağlıklı günler çabuk gelir de haklı olup olmadığımı da sağ salim görebiliriz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

×

Bir Şeyler Ara