Tek bir kıta, tek bir devlet, tek bir halk, tek bir dil. Benzeri olmayan bir bileşim bu. Buna karşılık ülkenin yüzey şekilleri de o kadar çeşitli; kuzeydeki balta girmemiş tropik yağmur ormanlarından, ortadaki savan ve çöller bölgesine, oradan da güney ve doğudaki verimli kıyılara kadar her şey var.
Antik çağın ünlü coğrafyacı Ptolemaios, daha İS 2. yüzyılda güneyde bulunduğu sanılan dev kıtayı ”terra australis”, yani güney ülkesi diye adlandırmış. Kimsenin bilmediği bu ülkeyle ilgili pek çok gizemli öykü dolaşırmış ortalarda. Oraya ilk kez 17. yüzyılın başında Hollandalılar gitmişler; hem kuzey, hem de batı kıyılarına. Ama buralara Yeni Hollanda adını verdikten sonra pek ilgilenmemişler. İngiltere Kralı 2.James’in emrindeki William Dampier’in 1688’de Batı Avustralya’nın açıklarında yer alan ve daha sonra onun adıyla anılan takımadaya ayak basmasından sonra İngilizler de Hollandalılar’dan çok farklı davranmamışlar. 1770’te James Cook onu İngiltere adına işgal edip öteden beri söylenegeldiği gibi dev bir kıta olmadığını ortaya koyuncaya kadar Güney ülkesi yaklaşık yüz yıllık bir unutulmuşluğa gömülmüş. Bundan sonra da, ama bu kez daha kısa bir süre için, yeniden kimse onunla ilgilenmemiş.
Avustralya’nın modern dünya tarafından keşfedilişi (Avrupalılar burayı keşfettiğini iddia etse de orada yaşayan Aborjin halkı Güney topraklarının gerçek sahibidir) Amerikalılar’ın bağımsızlık savaşının sonunda İngiliz kolonicileri ülkeleri kovmasından sonraya rastlıyor. Çünkü İngiliz egemenliğinin kaldırıldığı 1781’e kadar Amerika, Londra yargıçlarının sürgün cezasına çarptırdığı kişilerin gönderildiği yermiş. Bu tarihten sonra bu uygulama sürdürülemez olunca, yeni bir yer aranmış ve hükümlüler 1788’den sonra Avustralya’ya gönderilmiş. Böylece Avustralya yasadışı kişilerin yaşadığı ve kendilerine göre yeni bir düzen kurdukları ülke olarak tarihine başlamış. Yeryüzünde çoğu sularla kaplı yarıkürede bulunan ve hala oldukça az bir nüfusa sahip olan bu kıta bugün de uygarlıktan kaçan, ama tümüyle de vazgeçemeyen pek çok insana sığınak olmayı sürdürüyor. Kıtanın iç bölgeleri hala ilk göçmenlerin öncü ruhunun sürdürülebileceği koşullara sahip. Canberra, Sidney, Melbourne, Brisbane, Adelaide yahut Perth ise çağdaş insana yaşamı için gerekli kentsel nimetleri sunuyor.
Ülkenin içlerinde kıtanın göbeği olarak anılan Ayers kayası bulunuyor; bu yeryüzünün tek parçadan oluşan en büyük kayasıdır. Avustralyalılar bu kumtaşı kütlesine ülkelerinin ”kırmızı yüreği” olarak da adlandırıyorlar. Bu ad kayanın renginden geliyor; sanki Güneş’in içinden çıkarılmış gibi bazen kan kırmızısı bir renk alıyor, bazen de mora çalıyor. İnsanları şaşırtıcı ışık oyunları yapmaktan da geri kalmıyor.
Avustralya’nın ortasında 348 metre yüksekliğinde bu kaya parçası yaklaşık 600 milyon yıldır durmakta. Üstüne tırmanmak için bir tek yol var,o da ancak iplerle bağlanarak kullanılabiliyor. Yukarı çıkmayı göze alanlar ise görkemli bir görüntüyle ödüllendiriliyorlar. Bunu yapmayanlar, 3.5 km uzunluğundaki çevresinde bir keşif gezisine çıkıyorlar. Bu da az ilginç değil, çünkü en eski çağlardan beri kayanın orasında burasında kovuklar, mağaralar açılmış; bunların içinde yaşayan Avustralya yerlileri de mitolojik öykülerinin izlerini kaya resimleri olarak duvarlarda bırakmışlar.
Bilim dünyası hala yerlilerin yaratılış efsanesi olarak kabul ettikleri bu çizimlerin anlamını çözmekte zorlanıyor. Bazısı 30 bin yıldan eski olan bu resimleri yapanlar röntgen resimlerini biliyor olmalılar, çünkü resmini yaptıkları hayvanları iç organlarıyla birlikte göstermişler.
Avustralya’nın iç bölgelerinde özellikle de Kuzey toprakları Queenslanda ve Batı Avustralya’nın ıssız yörelerinde bugün bile yerliler var ve bunlar uygarlığı benimsemeyerek Taş çağındaki yaşama biçimlerini sürdürüyorlar. Kendi dillerinde ULURU adını verdikleri AYERS KAYASI’nı kutsal sayıyorlar. Dinleri, insanlarla tüm canlı doğa arasında ruhsal bir bağ olduğu inancına dayanıyor.
Avustralya yerliler kendilerine ayrılan bölgelerde kabileler halinde yaşıyorlar. Ama artık giysisi olmadan çıplak dolaşan, kollarında, göğüslerinde, sırtlarında süs olarak yaralar açan, bumerangla kanguru yahut emu avlayanların sayısı birkaç bini geçmiyor. 18.yüzyılda İngilizler buraya geldiği zaman, 40 bin yıl önce Asya’yla Avustralyaa arasında var olan kara bağlantısı üzerinden geldikleri sanılan YERLİLER’in sayısı yaklaşık 400 bin kadarmış.
Didgeralia müziğinden bir örnek:
Bugün bu sayı 150 bin dolayında. Ayers kayasında ya da ondan biraz ilerideki başka bir kumtaşı oluşumu olan OLGALAR’da en eski Yerlilerden biriyle karşılaşabilirsiniz.
Avustralya kıtasının Ayers kayası gibi görülecek pek çok ilginç yeri var. Büyük set resifi de yeryüzünde eşi bulunamayan oluşumlardan biri ve dünyanın en uzun mercan birikintisi. Avustralya’nın batı kıyısındaki Queensland açıklarında, Büyük okyanusun güneyinde yer alan Büyük Set Resifinin uzunluğu 2000 km. Resifle kıyı arasında 600 ada ve adacık bulunmaktadır.
Bunların her biri palmiyelerle çevrili koyları görülmemiş tropik bitkileriyle donanmış durumdadır. Bu topografyada dolaştığınızda Tabiat nedir gerçek anlamda anlayacağınızdan şüpheniz olmasın. Yeryüzünün laser ışınları ve sesten hızlı uçaklarla küçücük bir hale gelmediğini anlıyorsunuz; onun bütün büyüklüğünü duyumsuyor, henüz sonu yazılmamış olan varoluş hikayesinin bir parçasını okuyabiliyorsunuz. Uygarlık sona erdiği zaman geride kalacak olan insan soyu bunu daha iyi anlayacak.
Ama günümüz insanı bu beyaz kıtada bir katliam gerçekleştirmektedir. Buldozerler ne zaman iç bölgelerden birinde yeni bulunan bir doğal kaynağı çıkarmak için çalışmalaya başlarsa Yerliler ya oradan çekilmekte yahut geride kalan çöplüklerde baş düşmanları olan alkolün tutsağı olarak sürünmek zorunda kalıyorlar. (Beyazlar Aborjinleri alkole alıştırarak uyuşturdukları toplumu talan ettiler) Doğayı hiçbir zaman kendi özel malı olarak görmemiş bu küçük topluluk, Homo Novus’un yani YENİ İNSAN’ın sahiplenme tutkusu karşısında yenik düşüyor. Acaba bu yüzden mi 25 milyonluk toplam Avustralya nüfusunun yalnızca %3’ünü oluşturuyor?
Yazıyı C.C. Bergius’un sözleriyle sona erdirmek istiyorum:
Yoksul olmalarına ve kendilerini çok zor besleyebilmelerine karşın, Avustralya Yerlileri ne kavgayı ne de savaşı biliyorlar. En sıkışık zamanlarda bile bir kabilenin aklına başka bir kabilenin bölgesinde yiyecek aramak gelmez. Bunu beyazlar gelip onları av hayvanı gibi izlemeye başladıkları zaman bile yapmadılar.
BU MAKALE GROSSER WELTATLAS’TAN REVİZE EDİLEREK OLUŞTURULMUŞTUR!!!
VOLKAN BARTIK