
Hayatımıza dahil olmuş her şey, her insan, bize çarpıp geçen her farklılık anlam veremesekte bize şekil veriyor ve sınırlarımızı belirliyor. Büyüdükçe başkalarının arasında sıkışıp kalan bir yaşantıya sahip oluyoruz. “Başkalarına” maruz kalıyoruz, “diğerlerinden” kaçamıyoruz. Bazen düşünmesekte, hatta kendimize katılmasak bile savunduğumuz şeyler oluyor. Bazıları hayatımıza fazla dahil oluyor. Ağzımızdan çıkanlar bize değil sınırlarımızın öteki tarafındakilere ait oluyor. Bizimmiş gibi anlatıyoruz, üstüne düşünmüş gibi irdeliyoruz, çok bağlıymış gibi hiddetleniyoruz.Herkes durmadan zaman denilen yolun üzerinde yarışıyor ve kendimizi istemsiz koşarken buluyoruz. Kafamızı sağa veya sola çevirdiğimizde koşan insanlar görüyor olmak, durmak istesek bile durmamıza engel oluyor çoğu zaman. Nefes almadan, içimizde çığlık atıp sesini duyurmaya çalışan kendimizi duymadan, arkamıza dahi bakma fırsatı bulamadan koşuyoruz. Sonra önümüzde biri aniden duruyor ve ona çarpıyoruz, düşüyoruz. İnsanlar bizi fark etmeden koşmaya devam ediyor ama biz o sırada yolun durduğunu fark ediyoruz. Nefes almanın güzelliğiyle, durmanın verdiği sakinlikle tanışıyoruz. Ayağa kalkmak için acele etmiyoruz ve neden koştuğumuzu algılamaya çalışıyoruz. Koşarken kaçtığımız “hangi yöne” sorusundan kaçmamıza gerek kalmadığını fark ediyoruz, çünkü durmanın yönü yok. Bizden önce durmuş kişiye bakıyoruz ve durmanın ne kadar yakıştığını fark ediyoruz insana. Acele ederken ki pervasızlığından ve dikkatsizliğinden sıyrılmış insanın tadına bakıyoruz. Kaç yıl olmuş, kaç hayat koşmuşuz bilmiyoruz ama geç kalmış gibi de hissetmiyoruz ilk defa durunca. Durmayı keşfetmemizin zamanı geldiğini hissediyoruz. Zihnimizde her şey yeniden doğmaya başlıyor o düştüğümüz yerde. Herkes koşarken, durmayı keşfettiğimiz yerde kendimizle tanışıyoruz. O an dünyaya “başkalarının”, “bazılarının”, “diğerlerinin” gözünden değil kendi gözümüzden bakmaya başlıyoruz. Sıfırdan…
Yazar: İNANÇ