Geleneksel Değerlerin Yıkılması ve Uygarlık Buhranı
19. yüzyılın son yıllarından başlayarak, yaşama ve düşünme koşullarının artan bir hızla değişmesi, en sonunda ister istemez insani yaşayışa yönelten ve yargılarımızı verirken kendilerine dayandığımız ilkelerin bütününü sorun konusu edecekti. Bu arada hümanizma, ahlak, kültür adı verilen şeyler de zarar gördü. Yani davranışlarımızı niteleyen ve yönelen tüm değerlerimiz…
19.yüzyılda geleneksel ahlak (yani liberal bir toplumun ahlakı) bir yandan Yunan-Latin hümanizmasına, bir yandan da Hristiyan ahlakına ve aydınlanma felsefelerinin akılcılığına dayanıyordu. Evren içinde insanın müstesnalığı ve insanda da aklın, iradenin, bir çıkar peşinde koşmayan zekanın (yani insanı içgüdülerden ve tabiatın gerekirciliğinden kurtaran her şeyin) üstünlüğü duygusuna dayanıyordu bu ahlak. Buradan da bir özgürlük ve sorumluluk ahlakı; ayrıca edebi kültüre ve felsefi düşünceye verilen önem doğuyordu. Birçok noktalarda hümanizmacı geleneğe aykırı düşüen Hristiyan ahlak anlayışı, gene de esasta onunla birleşiyordu. Tanrı’nın yarattığı insan, evrenin merkezi ve anlamıdır, kutsal bir armağan olan yaşamı hiçbir şekilde kuşku konusu yapamaz. İnsanın gökten düşmüş olması ve İsa tarafından kurtarılabileceği konusundaki dogmalar ona, hayatını kurtarıp kurtarmamanın kendi elinde olduğu duygusunu vermektedir. İnsan özgürdür, kendi kendisinden sorumludur:
Edimlerine göre ama öncelikle de niyetlerine göre yargılanacaktır, çünkü özgürlüğü ancak bilincinde tam olarak gerçekleşmektedir. Niyet, iyilikseverlik, iyi yüreklilik ve pişmanlığa değer veren ahlak da buradan geliyor işte. Ve insan, gerek Hristiyanlığa gerekse Hümanizmaya göre ayrıcalığını tabiattan ayrılarak ve ona hakim olarak ortaya koyduğundan, Hristiyan ahlaki içgüdünün, bütün biyolojik güçlerin ve özellikle cinsiyetin yadsınmasını gerekli kılmaktadır: Öldürücü bir çileciliğe götürmektedir insanı.
Daha 18.yüzyılda Hristiyan inancı evrenselliğini yitirmiştir. Ama Hristiyan ahlak anlayışı gene de yok olmamıştır. Aydınlanma çağı ve 19. yüzyıl akılcılığı bu ahlak anlayışını yeniden diriltir ve onunla birlikte, Yunan-Latin geleneğini de Kant’ın “iyi niyetliliğinin”, iyilik severliliğinin laik bir çevirisinden başka bir şey olmadığını ve 19. yüzyıl tanrıtanımazlarının din dışında da bir ahlak bulunabileceğini söyledikleri zaman, o güne dek dinin temel olduğu ahlakı düşündüklerini görmek pek kolaydır. İnsanın evren içindeki üstünlüğüne, su götürmez değerliliğine ve kutsallığına inanış burada da var; özgürlüğe ve sorumluluğa inanış da öyle; aklın üstünlüğü, iradenin üstünlüğü ve tabiattan gelenlere karşı durmanın gerekliliği de aynı; ahlakın evrenselliğine inanış da aynı.
Oysa 19. yüzyılın sonlarından itibaren sayısız ve son derece iç içe geçmiş nedenler yüzünden bu geleneksel değerler tehlikeye düşüyor, sarsılıyor ve çok geçmeden yıkılıyor.
Bundan böyle bir sürü çatışma başlıyor ve her şeyden önce bilgimiz genişliyor ve değişiyor.
Evrenselliğe karşı duyduğu güven akılcı ahlaka, hemen hemen ilham-ı rabbaniye yakın bir otorite kazandırıyordu. Oysa tarih ve insani bilimlerin tümü bize, bizimkinden apayrı bir anlayışa ve değerler sistemine dayanan uygarlık ve toplumların varlığını gösteriyor. Sanatçı üsluplarının olduğu kadar ahlaki anlayışların çokluğu karşılığında, artık kendi değerlerimize mutlak bir değer veremiyoruz.
Her şey bize, insanda bizim umduğumuzdan çok daha fazla şeyler bulunduğunu gösteriyor. Sosyoloji, akıldışı davranışların ve tabiata bizden daha yakın, onun güçlerine bağlı anlayış çeşitlerinin önemini ortaya koyuyor. Nietzche’nin ve Dostoyevski’nin psikolojisi “kötü güçlerin” ve “kendini akıldan kurtarabilmek ve en son sözü söyleyebilmek için bile bile çıldıran” şu yeraltı insanının gerçekliğini gün ışığına çıkarıyor. Az sonra psikanaliz bu sezgileri doğrulayacaktır:
Freud insanın ahlak dışı diye bilinen ve özellikle cinsel güçlerin hakimiyeti altında olduğunu ve bunları reddetmenin onların başka biçimde ortaya çıkmasından başka bir sonuç vermediğini, çünkü içe atılmış cinsel isteklerin her türlü sinirsel bozukluğun temelini teşkil ettiğini gösteriyor. Zaten psikanaliz insanı şu soruyu ortaya atmaya zorluyor: “Yaratılışımızda bulunan şeyi ne hakla reddedebiliriz?”
Öte yandan biyoloji de insanın doğal bir yaratık olduğunu yoksa “bir imparatorluk içindeki bir imparatorluk” olmadığını gösteriyor. Büyük başarılar elde eden fiziki bilimler insana gerekirci bir görüş açısı kazandırıyor ve geleneksel ahlakın dayandığı şu özgürlük ve sorumluluk duygusuna kuşkuyla bakılmasına yol açıyor.
İnsani bilimler, bilimsel gerekirciliğin doğurduğu kuşkuyu güçlendiriyor. Bilinç bize kendi hakikatimizi bulduruyor. (ki biz bu hakikata göre yargılanmak istiyoruz.) Yoksa bu kazara oluşmuş aldatıcı bir üst deri mi? Sosyoloji, bir kurumun bir alışkanlığın çoğu kere görünüşteki doğrulamanın hiç bilmediği gereksinimlere dayandığını öğretiyor ve psikoloji de bize bir davranışın kimi zaman itiraf edilmeyen bilince ermemiş örneklere dayandığını gösteriyor. Bu andan sonra bilinçaltı alanı bilinç alanından daha geniş bulunmaya başlıyor; ve bilinç artık gerçekliğin ölçüsü olmaktan çıkıyor. Bunun sonucu olarak, değerlendirme ölçülerimiz değişiyor. Bunu ilk anlayan Nietzche’ydi:
“Acaba, her şeyden önce, olumsuz bir şekilde ahlak-dışı diye adlandıracağımız bir çağda mı yaşıyoruz? Nitekim biz ahlak-dışı insanlar, bugün bir edime kesin değerini veren şeyin o edimdeki niyet-dışı yan olduğundan ve bu edimdeki önceden düşünülmüşe benzeyen, görülebilen, bilinebilen, bilince çıkan her şeyin yüzüyede kaldığından yani “deri”de kaldığından ve bu derinin de her deri gibi, açğığa vurduğundan çok daha fazla şeyi sakladığından kuşkulanıyoruz. Kısacası biz niyetin, yorumlanması gereken bir işaret, bir belirtiden başka bir şey olmadığına inanıyoruz. Ve ahlakın, bugüne dek anlaşıldığı anlamda, yani bir niyet ahlakı olarak, bir önyargı, zamansız ve geçici bir şey, kısacası geçilmesi, aşılması gereken bir şey olduğuna inanıyoruz.” -Genealogie de la Morale- Ahlakın soykütüğü-
Bu andan sonra, geleneksel ahlaki yargı, insanın görüş açısının ve davranışlarının hızla gelişen nesnelleşmesi (objektif olması) karşısında geriliyor. Eğer bir edimin nedeni, niyette değil de bilincin yakalayamadığı ama belki de evrensel bir gerekirciliğin malumu olan bir güçte ise, ne hakla bu edimi yargılayabiliriz? Eylemlerimiz yargılanama, olsa olsa önceden görülür ve anlatılır. Hak kavram, sorumluluğun nesnelleştirilmesi kavramına doğru önemli bir gelişim gösteriyor;toplum kendisini suçluya karşı koruma hakkına sahiptir, deniyor yoksa onu cezalandırma ve lanetleme hakkına değil. Hatta insan kendi kendine sorumluluk kavramının yerinde kalıp kalmamasını; hastaya, deliye, toplumsal yönden yeteneksiz kişiye tanınanan sorumsuzluğun bütün edimlere tanınıp tanınmayacağını sorabilir.
Geleneksel değerler 19. yüzyılda, gücü gittikçe artan başka bir düşmanla karşılaşıyor: Bu, değerleri “çıkarcı mistiklemeler” diye tanımlayan Marx’çı çözümlemedir. Nietzche, kutsallıkta güç istencinin payını keşfediyordu; Freud, sanatçının eylemindeki ya da şu “katkısız” ailesel sevgide cinsiyetin varolduğunu ortaya çıkaracaktır. Marx burjuva (kentsoylu) sınıfının bireysellik, özgürlük ve adaletle ilgili değerlerinde gizli kapitalist çıkarların olduğunu görmektedir.
Böylece düşünce ve bilginin yeni görüş açıları içinde geleneksel değerleri çürütmeyen bir tek şeye rastlanmıyor. Akılcı ve kentsoylu vicdanın kendilerine kazandırdığı biçim altında geleneksel değeler hızla değerden düşüyor.
Bu yıkılışın sonuçları ne acaba?
Pek çokları için yoğun bir özgürlük duygusu… Çünkü geleneksel inançların değerinden kuşkulanmanın nesnel nedenleri pekçok kimsede zaten çoktan beri yaşamakta olan karşı çıkma eğilimini güçlendirmektedir. Bilimin yeni görüş açılarının böylesine açlıkla karşılanışı, kuşkulanılan değerlerin ortadan kalkmasına ve yeni değerlerin ortaya çıkmasına izin veriyormuş gibi durmalarından ileri gelmektedir.
İnsanın nihayet gerek Hristiyanlığın, gerekse akılcılığın hor gözle baktığı yanlarını kabullenmesi onlardan heyecan duyabilmesi mümkünleşiyor:
Güç isteği ile yaratıcı gurur, ruhtaki akıl dışı güçler ve ayrıca yaşamaya ve mutluluğa karşı duyulan iç güdü. Peki ya geleneksel değerler? Onlar birer tabu, önyargı, tükenmiş ve ikiyüzlü bir toplumun gelenekleridir. Bir fakirleşme, bir kendini hadım etme ve hareketsizlik ahlakının ardından bireysel özgürlük, oluşum, kendini bütünüyle gerçekleştirme ahlakı geliyor.
Hiç kimse bütün bu değerler değişiminin verdiği sarhoşluğu Nietzsche kadar kuvvetle dile getirememiştir. Ama Nietzsche çağdaş düşünceden bir yapımcı değil, düşüncenin üstün yetenekli bir öncüsüdür.
Bu yazı metinleri Andre Gide, Paul Valery, Andre Malraux, Karl Jaspers, Max Scheler, Marcel Proust, Andre Breton, Albert Camus ve Jean Paul Sartre gibi düşünürlere aittir. Metinlerde Kant, Nietzche,Freud gibi öncü feylosofların koyduğu yapı taşları, Hristiyanlık, Yunan-Latin temeller, Batı medeniyetinin doğaya ve insanlığa yaklaşımı irdelenmiştir. Metinler 1966 basımlı bir kitaptan alınmıştır. Bu yazı dizilerinin yayınlanmasındaki amaçlardan biri bu metinlerin kaybolmasını engellemektir. Ayrıca bu metinleri okuyacak akıllı insanların Batı medeniyetinin temel yapı taşlarını ve buradan yola çıkarak Dünya’ya dair bir algılama tecrübesine girişeceklerini umut etmekteyim.
Volkan Bey yazınızı ve nihai amacınızı takdir ediyorum. Mail adresinizi paylaşırsanız sizinle birkaç fikir paylaşmak ve sorularımı yöneltmek isterim.
Teşekkürler.